22 Nisan 2014 Salı

CEMAL NAR


İlahiyatçı - Yazar.

DOĞUMU : 1955 yılında Maraş (Hartlap) doğdu.

ÖĞRENİMİ: İlkokulu Şehrinde, İmam Hatip Okulunu Diyarbakır'da, Yüksek İslam Enstitüsü'nü Kayseri'de bitirdi. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı. 1980 yılında Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesine atandı ve 2003 yılında emekli oldu.

EDEBİ HAYATI : Çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yayınladı.

Öğretmenliğinin yanısıra uzun yıllar çeşitli ortamlarda dersler, seminerler, konferanslar ve camilerde va'zlar vererek halk eğitimine katkı sağladı.

MEDENİ DURUMU : Evli ve dört çocuk babası.

Emekli olduktan sonra, kendi adını taşıyan ve halkı aydınlatmaya yönelik internette site kurdu. Okur yazarlığını sürdürmenin yanı sıra, haftada bir veya daha fazla ev sohbetlerine katılıyor, Elif Mescidinde hafta içi her gün “Tefsir dersleri”ni devam ettiriyor, Cuma namazı öncesi Medine Camisinde va’z veriyor, bu arada bir yerlerden davet gelirse gidip dinini anlatıyor.

ESERLERİ

1. Anılar ve İbretler
2. Bu Sistemden İslam’a
3. İslamlaşma bilinci
4. İslam Sancısı
5. Arş Gölgesi
6. Tasavvufun Anahtarı
7. Alimin Önderliği,
8. İslam’da Devlet ve Siyaset
9. İlim ve Özgürlük
10.İlim ve İktidar
11.İmanın Kıymeti ve Korunması
12.İmanın Etkisi.

--------------

SEVGİ BİLİNCİ

Sevgimizi sınamalıyız. Sevgimiz, bahçıvansız ağaç gibi olmamalı. Bir güzellik kazanabilmesi için bakmalıyız ona. Hüday-ı nabit çiçekler gibi değil, eşsiz saksılardaki laleler sümbüller gibi olmalı. Değilse, vahşi sevgi, dikenleriyle yaralar bizi. Kan içinde kalabilir burnumuz, yanağımız. Acı çektirebilir bize, bizi pişmanlığın kör kuyularına atabilir başı boş sevgi. Bir tutam ot sevgisinin deveyi yardan uçurdu gibi.

Sevginin ölçüsü Allah sevgisidir. O sevgiden kaynaklanır tüm sevgiler. Allah’ı sevdiğimiz için Resulünü severiz, ana-babamızı, çoluk çocuğumuzu, eş dostumuzu, hısım akrabamızı, halkımızı, tüm inananları, Allah’ı sevdiğimiz için severiz. Sev dedi diye, sevgiye izin verdi diye, sevgi kanallarımızı açtı diye severiz. Acırız, şefkat gösterir ilgileniriz insanlarla.  Çünkü onlar Allah’ın evlad-u ıyali gibidirler. Çünkü onları sevmemiz, çünkü hayvanları, bitkileri, taşı toprağı sevmemiz, okşamamız, imar etmemizi Allah seviyor ve istiyor.

Allahın izni ile severiz kadını, erkeği, altını, gümüşü. kantar kantar malları, atları, otomobilleri, Allah’n ölçüleri içinde severiz. Bu yüzden onları, onun şeriatı çerçevesinde kullanır, koyduğu sınırı aşmayız. İşin başında cazip gelse de, mıknatıs gibi çekse de onların sevgisi bizi, gemleriz nefsimizi de, Allah sevgisinin önüne geçirmeyiz. Onların sevgisi biztihi değildir. Allah sevgisine ayarlı yani.

Sevgi kuru bir laf değildir bizde . İğreniriz biz o kelimeyi yavan ağızlarda görürüz de.. Sevgimiz belgelidir bizim. Belgemiz itaattır Allah’a ve Resulüne.. Hele bir karşı gelsinler bakalım Allah’ın emirlerine, o zaman ne kendimizi severiz biz, ne ana - babamızı, ne akrabamızı, ne de halkımızı.. bize bir leş gibidir artık tatlı lokmalar, bize iğneli fıçıdır makamlar mansıplar. Altın ve gümüş, atlar ve arabalar, bağlar ve bahçeler, canavar için yem gibidir, tuzaktır kadınlar.. Bizimle bir alakası yoktur, artık kalabalıklardan teberi etmişizdir. Kalabalıklara ancak tebliğ için, irşad için katlanırız.

Allah’ın sevmediğini sevmek şirktir. Nifaktır sevgiye başka kıble aramak. Şeriattan başka bir ölçü aramak kendimizi inkardır.

Hoş, onsuz sevgi de olur muymuş, o da ayrı? “sırtlanları bile yırtıcılıkta geçenler, dişsizse kardeşlerini bile yiyen vahşiler” nasıl sevgiden dem vuracaklar?..Çocuğunu atan analar, babasını iten evlatlar, emeği sömüren, ırzı payimal eden, insanları üç kuruş için katledenler her çağın Kabil’leri, O’ndan ayrı düştüklerinden değil midir bu sevgisizlikleri..Sevgiye seranatlar yazmaları bizi “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” diyor, inançsız sevgiye inanmıyoruz.

İslam’sız insan sevgiden yoksundur. İşte çağ,işte çevre, işte sistem.. İşte haksız şavaşlar, katliamlar, soygunlar, yangınlar, yoksulluklar.. İşte İslam’sız çağ..

Oysa geriye, daha geriye, yüzyıllar geriye gidin, görürsünüz İslam devleti yürek devletiydi, sevgi medeniyetiydi İslam. Vakıflar, tekkeler, dergahlar hep sevgidendi. Şavaş bile sevgi adınaydı bizde..

O sevgiye erişmek içindir yine kavgamız bizim. Cihad derken amacımız insanlığı İslam medeniyetine erdirmek içindir, onurumuzu kurtarmak içindir. Onun bu izzetsizlikte, sevgisizlikte kalmaması için,leş gibi bir hayat yaşamaması içindir. Hayatına ve ahiretine hayat kazandırabilme içindir.

-------------

EĞİTİM VE YÖNETİM

Baskıcı yönetimler, hiç kuşkusuz İslamî eğitim ve öğretimi, özellikle de hukuk eğitimini olumsuz etkilemiştir. Bu etki, bir yandan onlara değer vermeme şeklinde olurken, bir yandan da onları kontrol altına alması, ilmî faaliyetlerinden engellemesi şeklinde tezahür ediyoru.

“Marifet iltifata tabidir.” Oysa saltanat döneminde, Yunan, Pers, Hint vb. kültürlere ait eserleri tercüme edenler, kıssacılar, mev’izeciler iltifat görürken, Ebu Hanife, Ahmet b. Hanbel, Malik b. Enes, Muhammed b. İdris eş-Şafiî gibi müctehit alimler, o insanlığın yıldızları, o uygarlık kahramanları, o toplumun gerçek önderleri, o dahi insanlar yerine göre göz hapsinde tutuluyor, fetvadan, hukuki görüş bildirmeden engelleniyor, halktan tecrid ediliyor, zindanlarda kırbaçlanıyor, zehirleniyor, hatta şehit ediliyolardı.

Hilafet döneminde özellikle camilerde alabildiğine hür olan İslamî Eğitim, saltanat döneminde güya “ehil olmayanların cehaletinden halkı korumak” gibi haklı gözüken(!) bir mazerete binaen yapılıyorsa da, aslında niyet, sivil eğitimi kontrol altına almaktı.

Alimlerin bir kısmını tercih ile güçlerinden istifade, daha Muaviye döneminde başlamıştı. Taberinin verdiği bilgiye göre Muaviye, kendi yönetimine sempati ile bakan alimlere 300 ila 500 dirhem arasında değişen maaşlar bağlamıştı. (1)

Bu durumlar karşısında, bir kısım alimler kendisini korumuş ve sultanlar kapısından uzaklaşmış iken, maalesef yeni bir ülema(!) tipi de doğmuştur. İdarecilere muhtaç oldukları her fetvayı vererek, ilimlerini ve ahiretlerini dünya makam ve menfaatlarına satan alimler… Efendilerinin yanında bile izzetleri olmayan saray üleması… Kapı kulları… Kötü alimler.[2]

Hepsini itham etmiyoruz elbette ama, çoğu kez sultanlar, ehil olmayan insanları veya daha ehil olan varken kendi tercih ettiklerini “şeyhulislam”lık, “kadı”lık, “müderris”lik gibi makamlara atamış, böylece ilmin seviyesinin düşmesine sebep olmuşlardır.

Oysa bunun Allah (Azze ve Celle)’a, Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Efendimize ve ümmete karşı bir ihanet olduğu daha önce zikrettiğimiz bir hadisde açıkça ifade edilmişti.

Böyle bir tayine alet olan Rumeli Kazaskeri Bostanzade, kendisini tenkit edenlere şu manzume ile cevap vermiştir:

“Tecâhül eyledin ey merd-i ârif, sual ettin cevabın bilürken

Gel insaf eyle ne etsin kazasker efendi, hatt-ı sultânî dururken.”

Koçi Bey de 4. Murad’a takdim ettiği risalede, “ilim yolunun haddinden fazla bozulmasına en büyük sebep olarak vükelâ-i devletin liyakatsız ve ehliyetsiz müderrisleri atamasını” zikretmektedir.

16. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinden Gelibolulu Mustafa Âlî, medreselerdeki eğitim ve öğretimin seviyesi ve bunun sebepleri hakkında şu tesbitlerde bulunur: “Bu ihmal ve liyakatsızlığa sebep, mevâlîzadelerin meydan almasıdır. Bunlardan padişah hocalarının oğulları, çocukları; Şeyhulislam, kazasker ve eyalet kadılarının çocukları, hiç sıra beklemeden küçük yaşta müderris oluverirlerdi. Bunlar beşikte iken mülazım olur, konuşmağa başlayınca müderrisliğe yol açılır, büluğ yaşına gelince molla olur ve tıraşı geldikten sonra 500 akçe mevleviyete ulaşır. Nadiren eline kitap alsa bile o da muhâzarât, cönk ve gazeliyyattan ibaret kalır.”(3)

Hayrettn Karaman, bozulmanın sonuçlarını şöyle özetliyor: “Muâviye b. Ebî Süfyân'ın haksız başkaldırısı ve çeşitli hîle ve düzenlerle iktidarı ele geçirmesinden sonra gerçek hilâfet dönemi sona ermiş ve saltanat dönemi başlamıştır. Bundan sonra gelen yöneticiler, halîfe ismini taşısalar bile hakikatte hükümdardırlar, sultandırlar. Yönetimin el değiştirmesi ve -bilhassa amme hukûku sahasında- icrâsı bakımından İslâm'a (şerîate) riayet etmemiş, kendi menfâat ve arzularına göre hareket etmişlerdir. (İstisnalar var ise de genel gidiş bu istikâmette olmuştur.) Şerîat amme hukûku ve siyaset dışında uygulanmış, sıra devlet başkanının seçilmesine, vazife ve sorumluluklarına, halk-yönetici ilişkilerine, vergi ve devletlerarası ilişkilere gelince şerîattan önemli ölçülerde yan çizilmiş, halk ve ulemâ da bu eğri gidişe, yan çizmeye dur diyememiş, bozulanı düzeltme gücüne ulaşamamıştır. Bu dönemde saltanatın en önemli menfî etkilerini; bilim, düşünce ve söz hürriyetinin kısıtlanması, nüfuz suistimâlinin yaygınlaşması, ictihad yerine taklîdin hâkim olması, İslâm'ın teori olarak insanlığa sunduğu ideal nizâmın kurulamaması şeklinde sıralayabiliriz.

1924'te hilâfet fiilen kaldırılınca bir mânevî otorite boşluğu doğmuş, ümmet tesbih taneleri gibi dağılmış, (daha önce başlayan dağılma hızlanmış) millî devletler teşekkül etmiş, fakat buna hazır olmadıkları ve aralarında tesanüt de kuramadıkları için bunlar da bağımsızlıklarını sürdürememiş, çoğu müstemleke hâline gelmiştir. Zaman içinde yakasını müstemlekecilerden kurtaran İslâm ülkeleri ve toplumları bu defa da kimlik bunalımına ve ekonomik sömürge (sömürülme) tuzağına yakalanmışlardır.”(4)

-----------

(1) Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye, s. 288’den naklen A. Yaman, age. s. 111

[2] Bu konu hakkında geniş bilgi için bkz. Cemal Nar, Alimin Önderliği.

(3) Kayanaklarıyla zikreden, A. Yaman, age. s. 202

(4) İslamın Işığında Günün Meseleleri.

----------------------------------------------------------

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder