23 Nisan 2014 Çarşamba

FERAMUZ AYDOĞAN



Edebiyatçı - Akademisyen
DOĞUMU:  1961'de Kahramanmaraş'ta doğdu.

ÖĞRENİMİ: K.  Maraş İmam Hatip Lisesinden sonra,

ÜNİVERSİTE:   İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nü bitirdi. Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı'nda Yüksek Lisans yaptı. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalı'nda doktorasını tamamladı.

- 1990-1993 yılları arasında Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu'nda 'Aile Uzmanı' olarak çalıştı.
- 1994'te Yüzüncü Yıl Üniversitesi'ne yardımcı doçent olarak atanan Aydoğan, aynı üniversitede Sosyoloji Bölümü Başkanlığı ve Aile Araştırma Merkezi Müdürlüğü görevlerini yürüttü.
- 1995 yılında Cumhuriyet Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü'ne yardımcı doçent olarak atandı. Kasım 1998'de ise Doçent ünvanını   aldı.

- Doç. Dr. Feramuz Aydoğan Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcılığı ile Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Başkanlığı görevlerinde bulundu.

MEDENİ HALİ:  Evli ve iki çocuk babasıdır.

--------------

Kardeşi Kamil Aydoğan'ın Günlüğünden

(Doc. Dr. Feramuz AYDOĞAN’ı  rahmetle anıyor kardeşi Kamil AYDOĞAN'ın merhumla ilgili günlüklerinden 1'ini aşağıya alıyorum (akn)

İŞTE,  24 ARALIK 2000 PAZAR GÜNÜ

Ölüm haberini böyle aldım.

         Hikâyesi uzun.
         Otuz yedi yıl önce, yine bir kış günü annem vefat etmişti.
         Ben sekiz yaşlarında, Feramuz’sa bir yaşındaydı ve emiyordu daha.
         Isısız dağ köyünün yoksul, garip, sığınacak kimseleri olmayan evlatları olarak dört kardeş, yapayalnız kalmıştık.
         Babamız askerdeydi.
         Çaresizlikten Feramuz’u sırtıma vurdular.
         Bir yaşında, henüz emiyorken annesinden kopmuş, yaşama tutunan küçük bir kuş yavrusundan farksız, sırtımda ağlayıp duruyordu.
         Sırtımda ağlayıp duruyordu ve ben O’nu yere bile indiremiyordum.
         Sırtımda yıllarca dolaştı ve yıllarca, ağlamayı unutuncaya kadar ağladı.
         O’nu sırtımda bir yük olarak değil, özel bir kardeş olarak gezdiriyordum.
         Yaz geliyor, kış oluyor, damın saçaklarından buzlar sarkıyor ve ben sırtımda özel bir kardeşimle dolaşıp duruyordum. Erikleri, dallarından birlikte kopartıyor, bahar güneşinin karşısında birlikte ısınıyor; birlikte uyuyor, birlikte uyanıyorduk.
         Sonra şehre indiğimizde de, şehrin üzerimize üzerimize gelen seli karşısında yine birlikte savaştık.

         Hayatımız savaşla geçti.
         EVET, artık ben bir savaşçıydım.
         Ya sırtımdaydı Feramuz, ya da sırt sırtaydık.
         Savaş o kadar işlemişti ki kanıma, bazen savaşmam gerekmeyenlerle de savaşıyordum.

         BAZEN savaş bıkıyordu benden,
         BAZEN ben de şaşırıyordum böyle bir savaşı niye başlattığıma,
         İçim ısırıyordu beni durmadan,
         Kışkırtılıyordum.

         Sırtımda bir adam büyütmüştüm,
         Direnmiştim,
         Direndiğini görmüştüm sırtımda taşıdıklarımın.

         Yamaçlara tırmanmıştım,
         Yüksek ağaçlara ve Kartal Kayasına.

         Kartal Kayasının yosun tutmuş yüzünden kaymıştı ellerim,
         Korkmamıştım,
         Feramuz sırtımdaydı yirmi dört saat,
         Çünkü dallarında ağaçların, yuvalarını görmüştüm kuşların,
         Kanatlarını geriyorlardı üstüne yavrularının,
         Ve işte tıpkı öyle.

         Kanat germeyi öğrenmiştim,
         Yosun tutmuş kayaların kalbine,
         Asık yüzlü bir çocuk olarak.

         Meydan okumayı öğrenmiştim,
         Meydan okumayı.

         *

         Sonra bir de bacanak olduk.
         Ben Semiray’la, O’da kardeşi Yurdagül’le evlendi.
         Karşılıklı olarak çocuklarımızın amcası ve teyzesiydik.
         Evlerimiz, kendi evlerimizden; çocuklarımız kendi çocuklarımızdan farksızdı.

       *

         Karla, buzla savaşarak, sabaha karşı Sivas’a vardık.
         Şehrin ışıkları göründüğünde Semiray’a dedim ki: “Şimdi Feramuz’un evine varacağız ve orada istemediğimiz bir durumla karşılaşacağız. Biz kesinlikle dirençli olmak zorundayız. Biz kendimizi bırakırsak, herkes kendini bırakır, herkese örnek, herkese fren olmalıyız.”

         Semiray Feramuz’u  kesin bir şekilde kaybettiğimizi o vakit anladı.

         “Kaybettik mi ? ” dedi.
         “Evet” dedim.

         Ve ağlamak Allah’ın bir lütfudur.
         Ağlamak bazen mutluluktur, huzurdur.
         Çıldırmanın sigortasıdır ağlamak. Ya, böyle bir imkân verilmesiydi insanoğluna?
         En zor işlerden birisiyle karşı karşıyaydık: Evine girecek, eşi Yurdagül, çocukları Sevde ve Berra ile karşılaşacaktık.

         Sevde onbir, Berra üç yaşındaydı.
         Kızım, İlke Hicran da oradaydı.

       *

         Feramuz, ölümünden bir hafta önce, sık sık geldiği Ankara’ya yine gelmişti.
         Bir başkaydı bu gelişi.
         Akşam, bizin evin salonunda, herkesler yattıktan sonra, neredeyse sabaha kadar baş başa oturduk.
         Hayatımızı özetledik.
         Çocuklarımızın eğitimlerini, bundan sonra yapmamız gerekenleri, ailemizi, evimizi,  işimizi konuştuk.
         Çevremizdeki insanları, arkadaşlarımızı, dostlarımızı, yanımızda olanları, destek aldıklarımızı, karşımızdakileri, bürokratik, siyasi kademelerdeki tanıdıklarımızı, herkesi tahlil ettik. Zaten O, muhteşem bir karakter tahlilcisiydi. Bir insanın iç dünyasının fotoğraflarını okuması için, o kişiyi bir kez görmesi yetiyordu.

         Sonra söz, ait olduğumuz dünyaya geldi.
         Söz ölüme geldi.
         “Alt kültür” dedi, “ölümü feryat, figanla karşılar.”
         Oysa öyle olmaması gerekir.
         “Sakıp Sabancı’yı kardeşinin cenazesinde görmedin mi” dedi, “adam vakur bir şekilde, dimdik ayakta taziyeleri kabul etmiyor muydu?” dedi. “Adamın ciğeri yanmıyor mu sanıyorsun? İşte biz de öyle olmalıyız” dedi.
         “Yüreğimiz yansa da, dimdik ayakta durmalıyız ve feryat-figana asla izin vermemeliyiz! Allah’a teslim olmanın, tevekkülün gereği de zaten budur!”
         Sabaha karşı, salondaki kanepelerde uyuyakalmışız.
         Son kez birlikte olduğumuzu sanki biliyor gibi, konuşulmadık hiçbir konu, üzerinde değerlendirme yapılmadık bir tek kişi bırakmamıştık.

         Birisi bize, “bu birlikte son geceniz, son görüşmeniz, neyiniz varsa görüşün” deseydi, ancak böyle olabilirdi.
         Sabah kucaklayıp uğurladık Sivas’a.
         Ayrılırken dedim ki, “arefeden bir gün önce, siz Sivas’tan gelirsiniz, biz de Ankara’dan. Kayseri-Sivas yol ayrımında buluşuruz, Maraş’a birlikte gideriz.”

--------------------



ARARIM
        Doç. Dr. Feramuz Aydoğan’ın anısına

ardında çoğalır bir haber
saatin kaç olduğunu anlat
yarını anlat, -ki karlar erir, gökyüzü eğilir sana-
küçük bir çocuk gibi titreyen yüreğim
yollar düşer, yorgun düşer
dağlardan çekilen deniz sularıyla
paylaşırım yalnızlığımı

hep uzakları
uzakları ararım

bir sözcük konar içime, kanatlarında kandiller asılı
bakışların, gülüşlerin gelir
öksüz kuşlar gibi ağlar düşlerim
nerde dursam benim değildir o yer
kitaplar karıştırır,
yeni bir çay doldururum bardağıma
boş duvarlarda sallanır ışıklar

kapının açılışını
ansızın gelişini ararım

kimse bilmez ruhumda yitirdiğim mezarlığı
sana giden adımlarla tanışır sokak taşları
siyah bir kedi kaçar karanlığa
bir kadın çığlığı boşanır ayrılıklardan
sesleriyle ve kanatlarıyla gelir periler

nereye dönsem ordasın
ararım, ararım

kimse bilmez son sözün aslında bir ilk söz olduğunu
seni, yağan yağmurlara ve gri akşamlara
fakülte duvarlarına çarpan şarkılara
köşelere
yeniden buluşmalara uğurladığımı

içim böyle dolar boşalır gözlerinle
telefona gider elim
bir korku yapışır böğrüme
uzadıkça uzar ayrılık türküleri

biliyorum ordasın
ruhumu ararım

karlarla üşüyen akşama bıraktım en son
metro çıkışıyla yüzleştim
ağrısını duydum sarı çiçeklerin ve unutulmuş masalların
ellerim sessiz bir martı gibi,
ıssız odalara saklanmış şiirler gibi düştü yanıma

yitip giderim, üzerimde kurşun gibi gözler
aldırmam, ararım

aslında kavuşmak için kondu ayrılıklar
bir bayram öncesi bir bilmece gibi son kez
üzerinde dolaştım yarım kalmış hayatımın
yolun karşısına geçirdim iki yaşlı dilenciyi
tanımadılar
yüzümdeki soğuk terlerden

boşalan ve bir akrep gibi gizlenen
ilk kez keskin bir ayrılığı
ilk kez denizlerde boğulurken gördüm ölümü

ben de seninleyim artık
bir sözün peşinde döner durur dünya
biliyorum ordasın işte
ölümü ararım


---------------------------------------------------------

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder