20 Nisan 2014 Pazar

ŞEVKET BULUT *


KİMDİR: Yazar

EDEBİ ALANI: Öykücü.

DOĞUMU:  31 Ağustos 1936 yılında  Kilis'te doğdu.

ÖĞRENİMİ: Adana Yapı Enstitüsü ile Erzurum Tekniker Okulunu bitirdi (1959).

NEREDE ÇALIŞTI: Maraş Millî Eğitim Müdürlüğünde,  Maraş ve Sivas Bayındırlık Müdürlüklerinde çalıştı. 1986'da emekliye ayrıldıktan sonra inşaat bürosu kurdu.

ÖNCE ŞİİR:Şevket Bulut edebiyat dünyasına şiirle girdi. Sonra hikâye yazmaya başladı.

EDEBİ YAŞAMI: Ulus, Yeni İstanbul, Milliyet gazetelerinde yazdı. Dergilerde ilk hikâyesi 1953'de Yenilik'te çıktı. Hareket, Hisar, Türk Dili, Dost, Yeni Ufuklar, Soyut, Yeni Dergi'de hikâyeleri yayınladı.
Bulut, Anadolu halkının acılarını, dertlerini, zorluklara karşı direnme güçlerini, inançlarını, gelenek ve göreneklerini anlatır.

EMEKLİ: 1986'da emekli oldu.

ÖLÜMÜ:  Eylül 1996 tarihinde vefat etti.

ESERLERİ

Hikâyeleri

1.  Al Karısı (1971),
2.  Sarı Arabalar (1974),
3.  Dilek Çınarı (1975),
4.  Kefensiz Ölüler (1984),
5.  Sınırdaki Tarla (1996),
6.  Yıkık Minare (1996).
7.  Baharı Göremeyen Çocuklar.


---------------

bir öyküsü

BAHARI GÖREMEYEN
ÇOCUKLAR

“Dur gitme” dedi kadın. “Dur gitme oğlum Ökkeş! Bir kaza kurşununa kurban gidersin. Bak şehrin her yanından makineli tüfek sesleri geliyor. Anan kadanı alsın yavrum. Anan gözünün yağını yesin. Büyük sözü dinle oğlum. Sen babasız bir çocuksun. Yatalak Emiş'in oğlusun. Kurt sürüden tek koyunun, tek kuzusunu kapar. Dışarıya çıkma aslan Ökkeş'im. Bırak o silahı elinden. Şuncacık boyunla sen silah kullanmasını nerden bileceksin? Gitme Ökeş’im. Gitme civanım. Ökkeş’im… Yiğidim. Evimin tek çıngısı…”

Kadın bütün gücünü iki kolunda toplayarak eşiğe doğru süründü. Beş yıl önce kıskanç kocasıyla yaptığı kavga sonucu sakat kalmıştı. Şehrin en güzel kadınıydı. Doğumevinde ebeydi. Kocası hem sırtından geçinir, hem de onu aşırı derecede kıskanırdı. Bir gün adam eve sarhoş gelmişti, Uzun süre ağız kavgası yapmışlardı. Sonunda adam, ebenin ruhsatlı tabancasını kaptığı gibi, iki el ateş etmişti. Kadın o günden sonra ayağa kalkamamıştı. Belden aşağısı tutmuyordu. Adam sahte pasaportla Almanya’ya kaçmıştı. Yatalak kadın biricik oğluyla başbaşa kalmıştı. “ Gözün kör olsun herif” diye inledi. “Beni yarıcanlı bıraktığın yetmiyormuş gibi, çocuğa Almanya’dan tüfek gönderiyorsun. Başka hiç bir şey kalmamış gibi. Ben, şimdi ne yaparım? . Ah oğlum, ah civan Ökkeş’im! O serseri babana çekmişsin. Korku yok, sorumluluk duygusu yok. Tanrım, sen bana yardım et! Şu yatalak hastana bir de evlat acısı gösterme!

Ökkeş, anasının söylediklerini duymadı bile. Dış kapıya doğru koştu. Bu gün, ölüm kalım günüydü. Evde oturulur muydu? Herkes solcu-kominist avına çıkmıştı. Ökkeş, hangi güne duruyordu? Siyah parke döşeli yolu bir solukta geçti. Batıpark'a doğru bütün gücüyle koştu.

Köşebaşlarında öbek öbek insanlar birikmişti. Şehrin derinliklerinden uğultular, bağırtılar duyuluyordu: “Kahrolsun komünistler… Solculara ölüm! Dinsizlere ölüm…” Beline geniş gelen fişeğini yukarı doğru çekti. Ökkeş, tüfeğinin kabzasını iyice sıktı. Kırma çiftesinin iki gözü de doluydu. Kime ateş edecekti? Kimi öldürecekti?  Hani, düşman neredeydi! Poyraza, soğuğa aldırmadan koşuyordu.

Patıpark’a varınca koca caddenin insan seliyle dolup taştığını gördü: “ bunca insan nasıl olmuş ta bir araya gelmiş” diye düşündü. Ahır Dağı’nın doruklarını bir topak bulut süslüyordu. Maraş Şehri, gerine gerine sabah uykusundan yeni uyanıyordu. Kendisi gibi silahlı, taşlı sopalı çocukların arasına karıştı. Kalabalık cadde üzerinde bir o yana, bir bu yana akıp gidiyordu.

“Hastane civarına gidelim.”

“Yoğun çarpışmalar oradaymış.”

“Erenler Kahvesi önüne barikat kurmuşlar.”

“Dindaşlarımızı, kardeşlerimizi kurtaralım.”

Kalabalık şuursuzca Hastaneye doğru koşuyor. Ökkeş sevinçli. Ökkeş silahının kabzasını sıkıyor. Onbeş/yirmi çocuk kestirmeden Hastaneye ulaşmak için Endüstri Meslek Lisesinin bahçesine atlıyor. Sık çam ağaçlarının arasından geçiyorlar. Ağaçlarda soğuktan büzülmüş sekiz/on kumru. Bir çocuk Ökkeş’e kumruları gösteriyor:

“Hadi ateş et bakalım,” diyor, “atıcılığını görelim. Silah taşımak marifet değil,  önemli  olan attığını vurabilmek. “

Çocuk Ökkeş’i tahrik ediyor. Ökkeş uzun süre ikircikleniyor. Sonunda çiftesini kumrulara doğru çeviriyor. Üst üste iki kez tetiğe basıyor. Gürültülü iki patlama. İki kumru süzüle süzüle çamların altına patadak düşüyor. Birinin tüylü göğsü inip inip kalkıyor. Daha, yarıcanlı. Gagasının ucunda iki damla kan. Parpazlıyor, parpazlıyor; sonunda can veriyor. Diğer kumru cansız. Rüzgarın önünde yuvarlanıp duruyor. Ökkeş vurduğu kumruları eline alıp çevresindekilere gururla gösteriyor. İçinde sevinle acının cengi: “Hayvanların ikisi de öldü. Kumruları niçin vurdun Ökkeş? Yazık değil mi? İyi atıcıymışsın. Bravo Ökkeş. Düşmanlarımızı da böyle yere sermelisin. Hadi, göreyim seni. Yazık… Değil… Yazık… Değil…”

Çocuklar Ökkeş’i hararetle alkışlıyorlar. İçlerinden biri, kumrunun gagasından akan kana parmağını değdiriyor. Kanlı şehadet parmağını Ökkeş’in iki kaşı arasına sürüyor: “Hadi hayırlı, uğurlu olsun diyor, Seni avcılar sınıfına dahil ettik. Tüfeğini ilk sıkmada iki kuşu yere düşürdün. Bin bravo! Atıcılıkta ustaymışın!”

Okulun bekçisi koşarak çocuklara doğru yaklaşıyor. Ökkeş’in sırtına iki yumruk vuruyor:

“Ulan serseri, Allah’ın yarattığı kuşlardan ne istedin? Anan-baban senin ölünü böyle yerde görseler ne yaparlar? Allah’tan korkmaz mısın? Cani ruhlu zibidi! Sende hiç mi acıma duygusu yok?”

Ökkeş, gururlu bir sesle cevap veriyor:

“Çiftemi sınadım amca! Babam Almanya'dan gönderdi. Daha gıcır gıcır. Üçüncü kez ateş ediyorum. Bak, daha bir sürü fişeğim var. Yörükselim Mahallesinde militan avına gidiyoruz.”

Bekçi, Ökkeş’in kulağına yapışıyor. Pire öfeler gibi öfeliyor.

“Defol karşımdan, katil ruhlu herif, senin gözüne bir görünen var.! Elinde kırma tüfek Yörükselim Mahallesine gidiyorsun ha! Sen belanı arıyorsun oğlum. Şu zavallı kumruların kanı yerde kalmaz. Aklın varsa hemen evine dön! Ölümün kol gezdiği bir an yaşıyoruz. Otamatik silah seslerini duyuyor musun? Ne diyeyim, Allah sana akıl versin.”

Ökkeş çiftesini yeniden dolduruyor. Adamın konuştuklarını duymuyor bile. Çocukların peşisıra sevinçle koşuyor. İnce uzun boylu… uzun saçları kulaklarını örtmüş, siyah gözleri ışıl ışıl. Ayaklarında bir çift lastik ayakkabı. Pantolonu yamalı. Ütüsüz ceketi kirden renk değiştirmiş. Ökkeş, ortaokul öğrencisi. Almanya’ya kaçan babasının yüz çizgilerini hayal mayal hatırlıyor. Sigaraya alışmış, şarabın tadına bakmış. Her Pazar vurdulu / kırdılı filimlere gidiyor, okul çantasının bir gözünde çıplak artist resimleri biriktiriyor.

Hastanenin önü, ana baba günü. Arabalar, durmadan yaralı taşıyor. Askerler, geniş yola barikat kurmuşlar. Yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya hiç kimseyi bırakmıyorlar. Halkı korkutmak için havaya ateş ediyorlar. Her yandan silah sesleri geliyor. Keskin barut kokusu insanların burunlarını yalıyor. Kalabalık dağılmak bilmiyor. İnsanlar üst üste yığılıyor. Askerler görmesin diye, Ökkeş çiftesini arkasına saklıyor, fişeğini ceketinin altına gizliyor.

Devlet Hastanesinin bahçe duvarı üzerine çıkan garip kılıklı bir genç şöyle bağırıyor:

“Arkadaşlar, askerler yolumuzu kestiler. Buradan geçemeyiz. Doğumevinin bahçesinden üst sokağa çıkalım. Bakın, şu karşı sokakta bekleşenlerin hepsi militan, aşırı solcu. Nice kardeşlerimizi boğazlamışlar. Mağaralı Camisini ateşe vermişler. Gün bu gündür, namusumuzu, şerefimizi kurtaralım. Sütçü İmam’ın torunları, vatanını seven peşimden gelsin.”

Şuursuz kalabalık azgın bir sel gibi gencin peşinden akıp gidiyor. Doğumevi bahçesini geçip ara sokaklara sapıyorlar. Damların duvarların üzeri allı yeşilli giyinmiş kadınlarla dolu. Bağırıp çağırıyorlar. Ökkeş, sekiz on çocukla birlikte en önde.

“En az iki kişi öldürmeliyim diye düşünüyor. Tıpkı okulun bahçesinde yere serdiğim kumrular gibi, kan içinde, ayağımın dibinde debelenmeliler.”

Kalabalık, Yörükselim Mahallesinin çamurlu sokaklarına yayılıyor. Karşıdan sıkılan tek tük tüfek sesleri. Kalabalıktan, damlara, duvarlara fırlatılan taşlar, sopalar. Kırılan camlar, parçalanan ahşap kapılar, alev alan toprak damlı basık evler, gökyüzüne doğru yükselen koyu gri renkte dumanlar. Aralıklı patlamalar, keskin bir barut kokusu. İniltiler, bağırtılar. Yere yuvarlanan insanlar. Ayaklar altında kalan küçük çocuklar.

Derken bir makineli tüfek sesi. Kalabalığa doğru kan kusuyor. Mekanik ve tok ses, beş dakika devam ediyor. Tırr.. Tırrrrıtttt.. Tak… Takk-tak. Tiki-tak…Tırrrttt.. Tırrrttt… Orakla biçilen ekinler gibi yere serilen insanlar. İnlemeler, bağırıp çağırmalar. Korkunç bir panik. Koşuşmalar… Koşuşmalar.

“Ahacık şu damdan ateş ediyorlar.”

“Çabuk yere yatın.”

“Yerde debelenen şu çocukları kurtarın.”

“Allah rızası için biri şu makineliyi sustursun.”

“Dinamidi olan yok mu, dinamidi? Makineliyi ancak dinamitle sustururuz.”

Sürüne sürüne duvarın dibine sığınan yaralılar... Meydanda üç dört çocuk ölüsü. Aralarında Ökkeş’te var. Ökkeş’in çiftesi üç adım öteye fırlamış. Çocuğun ağzı ayrık. Dudağının kenarında incecik bir kan şeridi. Donuk bakışları bir noktaya saplanmış. Parmakları yumuk. Can verirken büyük bir acı çektiği belli oluyor. İki kaşının arasında koca bir delik. Diğer üç çocuk kuzular gibi birbirine sokulmuşlar. Birinin başı diğerinin gövdesi altında kalmış. Bir diğerinin suratı paramparça. Yerde taze bir kan göleği. Sahipsiz ayakkabılar, rüzgarın önünde uçuşan şapkalar. Yaralılar, sedyelerle Hastaneye taşınıyor. Kadınların çığlıkları gökyüzünü yırtıyor. Küfürler, inlemeler, bağrışıp çağrışmalar.

Yarım saat sonra atılan dinamitlerle makineliyi susturuyorlar. Gözü yaşlı bazı kişiler meydanda kanlar içinde yatan cesetleri toplamaya başlıyorlar.

Uzaktan koşarak gelen on yedi, on sekiz yaşlarında solgun yüzlü bir genç… Hıçkıra hıçkıra Ökkeş’in üzerine kapanıyor. Bu genç, Ökkeş’in amcasının oğlu Ejder: “Seni de mi öldürdüler Ökkeş’im? diye bağırıyor. Bu acı haberi yatalak annene nasıl ulaştırırım? Vay benim garip kardeşim! Ömrünün baharında garip başına buda mı gelecekti?”

Ejder, cesedin üzerinden ihtirasla doğruluyor. Ökkeş’in yerdeki kanı çiftesini kapıyor. Fişekliği, Ökkeş’in belinden çözüp kendi beline bağlıyor. Gözleri çakmak çakmak. Dudakları titriyor: “Kanlar içinde yatan şu amcamın oğlunun öcünü almadan yaşamak bana haram olsun.” diye bağırıyor. Bir deli gibi, çevresinde biriken kalabalığı yarıyor. Militanların gizlendiği evlere doğru koşuyor. Dört beş yaşlı adam hemen yolunu kesiyor:

“Dur gitme oğlum, diye yalvarıyorlar. Gözünün yaşına bakmadan seni de vururlar. Kırma tüfekle, makinalı tüfek üzerine gidilir mi? Sen aklını mı oynattın? Bir aileden bir kurban yetmiyor mu?”

Cinnet getirmek üzere olan genç: “Bırak beni diye bütün gücüyle bağırıyor. Ökkeş’imin öcünü almadan eve dönmeyeceğim.”

Adamların arasından sıyrılıyor. Dar sokaklardan geçerek Sergentepe Mahallesine doğru koşuyor. Saçları dağılmış, üstü başı parçalanmış. Tüfeği, toprak damlardan kendisine doru ateş , eden gençlere çeviriyor. Üst üste iki el ateş ediyor. Toprak damın süyüğünden yere bir çuval gibi bir genç yuvarlanıyor. Ardından kesik kesik bir makinalı tüfek sesi… ejder, üç dört kurşun darbesiyle yere yuvarlanıyor. Tüfek bir tarafa kendisi bir tarafa düşüyor.


Uzaktan Mağaralı Camisi minaresinden ezan sesi duyuluyor. Ahır dağının eteklerinde bir kalfa güvercin makinalı tüfek seslerinden ürkerek dağın doruğuna doğru uçuyor.


------------------

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder